Johannes Brahms - Gelenekçi mi, Yenilikçi mi?

Dr. İlke Boran

“Bizim gibiler için, arkamızda Beethoven’ın ayak seslerini duymanın ne demek olduğunu bilemezsiniz”. Brahms’ın söylediği rivayet edilen bu sözler, besteci kişiliğini çok güzel bir biçimde özetlemektedir. Bu sözleri gerçekten söyleyip söylemediği, ya da tam olarak bu şekilde mi söylediği kesin olmamakla birlikte, Brahms’ın yaratıcılığında Beethoven’ın etkisinin ne denli büyük olduğunu da göstermektedir. Brahms’ın, bu tutumu, yaşadığı dönem boyunca, bazı çevrelerce “gelenekçi” hatta “tutucu” olarak tanımlandı ve 19. yüzyıl müzik estetiğinin iki kutba ayrılmasına neden oldu. Özünde Brahms, gelenekçi anlayışı içerisinde yaratıcılığını son derece yenilikçi ve özgün bir dille dışa vuran bir besteci olarak tanımlanmaktadır bugün.

Brahms’ın bestecilik kariyerinin başlangıcındaki en büyük şansı, genç yaşta Robert Scumann’la tanışmış ve Schumann ailesiyle çok yakın bir dostluk geliştirmiş olmasıdır. Aslında bu dostluk, genç Brahms için avantaj olduğu kadar, kendi besteciliğini kabul ettirmesi açısından zorluklara neden olmuş bir durumdur aynı zamanda. Liszt, Berlioz ve Wagner’in temsilcileri arasında bulunduğu “yeni Alman müzik ekolü” ile fikirsel olarak çatışmasına neden olmuştur.

Babası da müzisyen olan Brahms çok küçük yaşta müzik eğitimine başlamış, 1840 yılında 7 yaşındayken piyano eğitimi almıştı. İlk gençlik yıllarında Hamburg’da konserler vermiş olsa da geniş çevrelerce tanınan bir piyanist olmamıştı. Piyanist olarak 19 yaşında büyük çaplı bir konser turnesine çıktığında ünü yayılmıştı. Bir yandan çok genç yaşta besteler yapmaya başlayan Brahms’ın müzik hayatındaki dönüm noktası, 1853 yılında çıktığı konser turnesinde, dönemin en meşhur keman virtüozlarından biri olan Joseph Joachim ile tanışmış olmasıdır.

Brahms’tan yalnızca iki yaş büyük olan Joseph Joachim çok ilginç bir kişiliktir. Müziğe olan olağanüstü yeteneği çok küçük yaşta ortaya çıkan Joachim, Leipzig’de Felix Mendelssohn’un himayesi koruması altında eğitimini sürdürdü. 12 yaşından itibaren tanınmış bir kemancı olarak kariyerine başlamıştı. Mendelssohn’un 1847 yılındaki ölümünün ardından, Joachim 1848 yılında Weimar’a gitti. O yıl, Franz Liszt Weimar’da yeni bir ekol kurma girişimindeydi ve etrafında genç yetenekli ve ilerici müzisyenler topluyordu. Henüz 17 yaşında genç ve müthiş dinamik Joseph Joachim de Liszt’in oluşturduğu yeni Alman ekolünün sadık bir üyesi olmuştu. Ne var ki 1852 yılında Hannover’e taşınan Joachim, kendini Liszt ve çevresinin yeni Alman ekolü fikirlerinden soyutlamaya başladı ve Robert Schumann ile yakın arkadaş oldu. İşte bu noktada, Joachim’in Brahms’la tanışması çok önemlidir. 1853 yılında, besteci olarak ismini yeni yeni duyurmaya başlayan Brahms, çıktığı bir konser turnesinde, Hannover’de Joseph Joachim ile tanışır. Joachim kendisinden iki yaş küçük olan bu genç piyanist ve bestecinin yeteneğinden etkilenmiş ve Brahms’ın Robert Schumann ile tanışmasına önayak olmuştur. Bunun üzerine Brahms, Joachim’in Schumann’a yazdığı mektubu alarak, Düsseldorf’a Schumann’la görüşmeye gider.

Brahms’ın Schumann’la tanışması, bestecilik hayatında olduğu kadar kişisel hayatında da çok önemli yer tutmuştur. Schumann, 20 yaşındaki bu genç bestecinin yeteneğinden son derece etkilenmiş, Brahms da, kendisinden 23 yaş büyük bu usta besteciye sonsuz saygı duymuş, Schumann’ın müzikal düşüncelerini ve yaratıcılığını örnek almıştı. Çok kısa sürede Brahms ile Schuman arasında sıkı bir dostluk oluşmuştu. Bu sıkı dostluk ne yazık ki, Schumann’ın 1856’daki ölümü nedeniyle yalnızca üç yıl sürdü. Aslında tanışmalarından yaklaşık bir yıl sonra, Schumann’ın intihar girişiminin ardından akıl hastanesine kaldırılmasıyla, Brahms, Clara ve Robert Schumann arasında haberci rolünü üstlenmişti.

Robert Schumann’ın Brahms’ın besteciliğindeki en önemli etkisi, tanıştıktan hemen sonra, 28 Ekim 1853 tarihinde Neue Zeitschrift für Muzik (Yeni müzik dergisi) adlı yayında Brahms’tan söz etmiş olmasıdır. Brahms’ın çok parlak bir gelecek vadeden bir besteci olduğunu yazan Schumann’ın bu görüşü, Brahms için bir yandan avantaj bir yandan da zorluk oluşturuyordu. Avantaj, Brahms’ın, Schumann’ı yakın çevresince tanınmasına ve takdir edilmesine olanak sağlamış olmasıydı. Zorluk ise, uzak çevrelerce ve özellikle Weimar ekolünce Brahms’a şüphe ile yaklaşılmış olmasıydı. Bu durumun Brahms’ın uzun yıllar, beste yaparken öz eleştirel ve çok titiz olmasına neden olduğu söylenir.

Aslında çok genç yaştan itibaren beste yapmaya başlayan Brahms ilke gençlik yıllarında bestelediği birçok müziği yok etmiş ve ancak 1950’li yılların başında ciddi anlamda yapıt vermeye başlamıştı. Bestecilik kariyerinin başlangıcında küçük formlar üzerinde yoğunlaştı Brahms. Bunun nedenlerinden biri, kendisinden bir kuşak önceki bestecilerin etkisi olarak görülebilir. Schubert, Schumann ve Mendelssohn gibi besteciler Brahms’ın hayran olduğu ve örnek aldığı bestecilerdi ve her biri oda müziği alanındaki ustalıklarıyla tanınıyordu. Brahms’ın 1852 ile 59 yılları arasında bestelerinin tamamı – 1857 tarihli orkestra için Serenade hariç – oda müziği, ses ve piyano için yazılmış yapıtlardan oluşuyordu. İlk büyük çaplı yapıtı ise 1859 yılında bestelediği 1. Piyano Konçertosu oldu. İlk icrasını kendisinin solist olarak gerçekleştirdiği bu konçerto ilk zamanlar çok büyük coşkuyla karşılanmamıştı. Konçerto’dan sonraki yapıtlarına da bakıldığında, 1968 yılına kadar yine oda müziği eserleriyle dolu yıllar gözlenmektedir. Brahms’ın yapıtları Özellikle Weimar ekolü tarafından eleştiriliyor, eksi moda oldukları iddia ediliyordu. Liszt ve Wagner’in başını çektiği bu ekol, Brahms, Schumann ve Joachim’in çevresinde oluşan grupla kutuplaşmaya doğru gidiyordu. Müzik tarihçileri bu iki kutbun çatışmasını “Romantiklerin savaşı” olarak adlandırmıştır. Bir tarafta, Liszt, Berlioz, Wagner gibi bestecilerin savunduğu “programlı müzik” anlayışı, diğer yanda, Leipzig ve Berlin çevresinde gelişen, Brahms’ın etrafında toplanan “salt müzik” anlayışını savunan gelenekçi grup yer alıyordu. Aslında Brahms’ın bilinçli olarak bir saf tutma kaygısı olduğunu söylemek güç. Onun müzik geleneğine bağlı tutumu, yalnızca bir önceki kuşak değil, Haydn, Mozart gibi klasik dönem bestecilerine duyduğu olağanüstü hayranlıktan da kaynaklanıyordu. Hatta daha da eskilere giderek, Gabrieli, Schütz, Hasse ve Bach gibi Barok dönemin ustalarına da özel ilgi gösterdiği bilinmektedir. Bu bestecilerin yapıtlarını detaylı olarak incelediği ve özellikle de kontrpuanı kullanış biçimleri üzerine yoğunlaştığı da bilinmektedir. 1860’lı yıllarda bestelediği Psalm, Motetler ve koro yapıtları bu etkileşimin somut göstergeleri olarak değerlendirilebilir.

Brahms’ın şöhretinin yaygınlaşmasına neden olan yapıtı, 1867 yılında tamamladığı ve konçertosundan sonraki ilk büyük ölçekli yapıtı Alman Requiem’i (Ein Deutsches Requiem) oldu. Bu Requiem, yalnız bestecisini üne kavuşturmasıyla değil, birçok yönden ilginç bir yapıt olarak tarihteki yerini almıştır. Brahms bu yapıtı 1865 yılının Nisan ayında bestelemeye başladı. Aynı yılın Şubat ayında annesi ölmüştü ve bu Requiem’i bestelemesinde annesinin ölümünün etkisi olduğu tahminleri ileri sürülse de bu konuda kesin bir kanıt yoktur. Alman Requiem’inin en çarpıcı özelliği, Brahms’ın kendisinden önceki bestecilerden farklı olarak, Roma Katolik litürjisine ait Latince İncil’deki ölüler ayini metni yerine Martin Luther’in Almanca İncil çevirisinden kesitleri bir araya getirmiş olmasıdır. Bu nedenle yapıtın ismi bugün Alman Requiem’i olarak anılmaktadır. Brahms bu ismi ilk kez 1865’te Clara Schumann’a yazdığı mektuplarından birinde kullanmıştı. Bestelemekte olduğu yapıtından söz ederken “bir tür Alman Requiem’i” ifadesini kullanmıştı. Elbette, Brahms Matin Luther’in Almanca incilindeki metinleri büyük titizlikle seçmiş ve yapıtın hümanist değerleri ön plana çıkartmasına özen göstermişti. Müziği de bu yapıya uygun biçimde tasarlamıştı. Yapıtı 6 bölüm olarak 1866 yılında tamamladı ve ilk 3 bölüm 1 Aralık 1867 tarihinde Viyana’da gerçekleştirildi. Bu kısmi icra pek yankı uyandırmazken, 1868 yılının 10 Nisan tarihinde yapıtın tamamının ilk icrası büyük beğeni toplamıştı.

Requiem’in başarısının ardından Brahms büyük ölçekli orkestra yapıtları besteleme konusunda cesaretini toplamıştı. 1860’lı yılların başında eskizlerine başladığı birinci senfonisi uzun zamandır beklemedeydi. Requiem’in başarısından sonra senfonisine dönmek iyi bir fikirdi fakat söz konusu senfoni bestelemek olduğunda Brahms’ı durduran başka bir olgu vardı: Beethoven. Brahms için klasik besteciler Haydn ve Mozart çok önem taşıyordu fakat Beethoven bir idol niteliğindeydi onun için. Brahms’ın çok uzun yıllar senfoni formuna odaklanmamasının ardındaki nedenlerden biri Beethoven’in 9 senfonisinin ardından, yeni ve bağımsız bir senfonik düşünce başlatmanın çok zor olduğunu düşünmesiydi. Bu nedenle ilk senfonisini tasarlarken çok temkinli davranmıştı. En büyük korkusu bu senfonisinin başkalarınca Beethoven’in kopyası olarak değerlendirilmesiydi. Bu nedenle Brahms’ın 1. Senfoni’sini tamamlaması yaklaşık olarak 14 yılını aldı. Brahms, 1876 yılında senfonisini tamamladığında, model olarak Beethoven’ın senfonilerine odaklanmış olmakla birlikte, kendi müzikal kişiliğini yansıtan bir yapıt ortaya çıkmıştı. Brahms’ın 19. Yüzyılın son çeyreğinde Beethoven’ı model alan bu yapıtı yaratmış olması bazı çevrelerce – özellikle Liszt ve Wagner taraftarlarınca – tutucu olarak tanımlanmasına neden olmuştu. Aynı yıl, Wagner Der Ring des Niebelungen adlı devasa boyutlardaki opera dörtlemesini sahnelemeye hazırlanıyordu. Bu iki yapıt aynı dönemin iki farklı anlayışını simgelemektedir. Brahms’ın 1. Senfoni’sinin ilk icrası 4 Kasım 1876 tarihinde gerçekleşti. Bu tarihten sonra Brahms 1. Senfoni’si üzerinde düzeltmeler ve değişiklikler yapmanın yanı sıra, yeni bir senfoni üzerinde çalışmaya başladı. Nitekim bestecinin 1. Senfoni’sinin ardından, ikinci, üçüncü ve dördüncü senfonilerini çok daha kısa sürelerde bestelediği görülmektedir. 2. Senfoni 1877, 3. Senfoni 1883 ve 4. Senfoni 1884 tarihlerini taşımaktadır.

1890’ların başında Brahms beste yapmayı bırakmaya karar verdi. Bunun nedenlerinden biri 19. Yüzyılın bu son 10 yılında tonalite anlayışının sınırlarının sonuna geldiğini düşünmesiydi. Geleneklere bağlı yazı karakteriyle Brahms tonalitenin bu çözülme noktasında daha fazla yapıt vermemenin doğru olacağını düşünüyordu. Fakat yine de hayatının son yılı içerisinde çok yoğun olmamakla birlikte, özellikle oda müziği alanında yapıtlar besteledi ve bu yapıtlar türünün en üst seviyesini temsil eden müzikler olarak tarihteki yerini aldı.

Brahms’ın müzik tarihindeki büyüklüğü, onun geleneklere bağlılığının yenilikçiliğine engel olmamasına dayanmaktadır. Model aldığı klasik bestecilerin ötesine geçerek kendi özgün dilini oluşturmuş olmasıdır. Bach’ın Geç barok dönemde yaşamasına karşın Barok stillere bağlı kalarak Barok formları doruk noktasına taşıdığı gibi, Brahms da geç Romantik çağda, Romantik geleneklere bağlı kalarak klasik formları doruk noktasına ulaştırmayı başarmış bir bestecidir. Diğer yandan, yalnızca 4 senfoni bestelemiş olmasına karşın, romantik dönemin en önemli senfonistlerinden biri olarak anılmayı hak etmiş, bu hakkı elde etmiş bir bestecidir.

Opera Hangi Şehre İniyor?

Dr. İlke Boran
“Opera Şehre iniyor”… Bu sloganı afişlerde, billboard'larda, üstgeçit panolarında ve televizyonlarda görüyoruz duyuyoruz son zamanlarda. İstanbul’da, ilk kez Uluslararası Opera Festivali düzenleniyor. Çok güzel bir atılım. Hatta yıllar önce başlaması gereken bir festival.  İKSV’nin düzenlediği müzik, tiyatro, sinema, caz festivalleri arasında eksikliği hissediliyordu açıkçası. Şimdi İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti kapsamında başlamış oldu ve özellikle Avrupa’nın önemli operalarının prodüksiyonlarını seyretmek açısından son derece besleyici bir festival.

Ne var ki bu sloganda insanı düşündüren bazı noktalar var. Opera şehre iniyor… Opera dağda mıydı ki şehre iniyor? Opera kurt mudur sırtlan mıdır, in midir cin midir ki şehre iner? Daha önce neredeydi ki? Yine şehirde değil miydi bu opera? Zaten şehirde olmayan bir opera düşünülemez. Zira opera doğası itibariyle bir şehir sanatıdır. Bilindiği üzere, opera birçok sanat dalının bir araya geldiği bir sanat formu olduğundan doğası itibariyle çokça emek ve maddi yatırım gerektiren bir sanat dalıdır ve bu nedenden dolayı ideal olarak şehir ve devlet yönetiminin desteğiyle şehirlerde kurulan opera evlerinde boy gösterir. Bunlar bilinen konular.

Tabii bu sloganın içerdiği asıl anlam, ülkemizde çokça dillerde dolaşan “sanatı ve sanatçıyı halkla buluşturalım/bütünleştirelim” sevdasına dayanıyor. Pekiyi, bu emel gerçekleşiyor mu? Hayır. Neden? Çünkü yöntem pek doğru gözükmüyor.  2 Temmuz’daki açılış gecesinde Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosunda yapılan açılış konuşmalarında da bu dilekten çokça bahsedildi. En çok göze batan cümle “aslında kısıtlı bir kesim tarafından izlendiği düşünülen operayı daha geliş kitlelerle buluşturmayı amaçlıyoruz” oldu. Opera temsillerinin gerçekten de kısıtlı bir kesim tarafından izlendiği doğru. Klasik batı müziği, tiyatro, bale gibi sanat dallarıyla çok fazla etkileşim içinde olamayan geniş kitlelerin opera temsiline gelmesini beklemek de yersiz olur doğrusu. Opera Festivalinin hedef kitle olarak belirlediği bu geniş kitlelerin dikkatini operaya çekmek dünden bugüne olacak bir şey gibi de gözükmüyor. Zira bu tür bir etkileşim için en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş tüm sanat, kültür ve eğitim alanlarını içinde barındıran bir kültür politikası geliştirmek gerekir. Böyle bir kültür politikamız var mı? Pek yok gibi gözüküyor.


Bu kültür politikasını geliştirmek elbette Uluslararası Opera Festivali’nin işi değil. Fakat festivalin reklamlarında bile, halkla operayı kaynaştırmak istiyormuş gibi görünse de, aslında medyada sıkça görülen “kültürü karikatürize etme” yolu seçilmiş sanki. Minibüste, inmek istediği yeri opera aryası gibi söyleyen adama şoför ve muavin dâhil minibüsteki herkesin dikkatini çekmeyi başarıyor başarmasına ama bütün minibüs “nerden çıktı bu deli” der gibi bakıyor adamcağıza reklamda. Gerçek hayatta da bir operacı minibüste arya söyler gibi para uzatsa aynı bakışlarla karşılaşır. Oysa iyi bir reklam, gerçeğin birebir aynasını değil hayal edilen idealin mesajını vermekle yükümlü değil midir? Yani halkla bütünleşme mesajı pek yerini bulmuş gibi gözükmüyor festivalin reklamlarında ne yazık ki. Aynı şekilde, ünlü medyatik kişiliklerin opera eserleri ve kostümleri içerisinde çekilen fotoğrafları da halkın ilgisini operaya çekmeye yeterli olmuyor.

2 Temmuz akşamı sahnelenen Rossini’nin II Mehmet Operası’na gelenler arasında da hedeflenen geniş kitlelerden pek eser yoktu. Zaten 3500 koltuğun dolması için bol keseden davetiye dağıtılmasıyla, konunun Fatih Sultan Mehmet’i ele almasıyla ya da sahneye yüzlerce figüranı doldurarak şaşaalı bir prodüksiyon izlenimi yaratmakla da olacak bir iş değil bu. Söz açılmışken bu temsile biraz değinmek lazım: Öncelikle orijinal ismi II. Mehmet (Maometto Secondo) olan operanın isimi nedense Fatih Sultan Mehmet olarak değiştirilerek lanse edildi. Bir de operanın başında II. Mehmet’in atmosferiyle hiç ilgisi olmayan Hırsız Saksağan operasının uvertürü çalındı. Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosundaki ses sistemi pek başarılı değildi doğrusu. Muhtemelen mikrofonlar doğru yerleştirilmediği için solistler karşıya doğru söylerken sesler net, yana dönünce hamam etkisi yaratıyordu. Eserde oyunculuk çok fazla ön plana çıkmadı açıkçası, çok fazla hareketin olmadığı bir reji tercih edilmiş. Fakat rejisör Yekta Kara büyük bir sansasyon yaratacağını tahmin ederek operanın birinci perdesinde Mehter Marşıyla birlikte Mehteran’ı sahneye sokuyor. Gerçek Mehterana ek olarak çok sayıda figüranın da kullanılmasıyla sahnede birden yüzlerce kişi beliriyor. Şaşaalı bir kalabalık… Ve tabii ki çok tipik bir Türk
galeyan hareketi olarak Cemil Topuzlu’yu dolduran kalabalık büyük bir huşu içerisinde alkışı kopartıyor Mehteran’ı görünce. Zannedersiniz İstanbul yeniden kuşatılıyor. II. Mehmet at üstünde sahneye girince taşıdığı sembolik değerden olsa gerek alkış iki katına çıkıyor. Fakat ironik bir durum, tüm yerli solistler arasında, herkesin heyecanla alkışladığı II. Mehmet’i canlandıran solist yabancı. Üstelik tüm opera boyunca bu roldeki Bas Ivan Kovacs’ın sesi sanki marke söylüyormuşçasına hiç mi hiç duyulmadı ne yazık ki. II. Mehmet’i canlandıracak ve sesi gürül gürül çınlayacak bir basımız yok mudur yani ülkemizde?

Konservatuvar öğrencilerinin önce Açık Hava Tiyatrosunda yer gösterdiği ardından da Yeniçeri figüranı olarak sahnede boy gösterdiği bu “görkemli” açılış gecesi olması gerektiği kadar etkili olmadı kanımca. Tarihimizle bağlantılı olan bu opera konusunun da geniş kitlelerin ilgisini çekmişe benzemiyor doğrusu.  Fakat yazının başında da belirttiğim gibi özellikle yabancı opera kumpanyaların prodüksiyonlarını canlı olarak izleme fırsatını İstanbul’daki opera severlere sunması açısından 1. İstanbul Opera Festivali’nin son derece önemli bir başlangıç olduğu kanaatindeyim. Bu yolla belki oyunculuk, reji, dekor kostüm açısından nitelikli ve kalite düzeyi yüksek örnekleri izleme olanağı bulan bilinçli izleyici kitlesi ülkemizdeki opera prodüksiyonlarının kalitesinin yükselmesi için bir talep oluşturur.

About Me

My photo
Musicologist / Müzik Bilimci
Powered by Blogger.